İşkence ve ‘güzellik’

Vahid, küçük bir tesadüf sonucu, yıllardır duymadığı ama aklından hiç çıkmayan o sesi duyuyor: İşkencecisinin takma bacağından çıkan o ses...
Yıllar önce rejim karşıtı olduğu gerekçesiyle hapse atılan Vahid, her seferinde gözleri bağlı olduğu için yüzünü göremediği bu adamdan o kadar acımasızca işkence görmüştür ki, bedenindeki kalıcı hasarların acısını hâlâ çekmektedir. İşkenceci, cezaevinde ‘İkbal’ takma adıyla bilinmekte, ama mahkûmlar Suriye’de savaşırken kesilen bacağı yerine takılan protez bacağın sesinden hareketle ona ‘Tahtabacak’ demektedir.
Jafar Panahi’nin bu yıl Cannes’da Altın Palmiye kazanan Yek Tesadof-e Sadeh (Basit Bir Kaza) adlı filmi, son derece sade bir sinema diliyle, tek bir işkence sahnesi bile göstermeden ve hep ‘şimdiki zaman’da kalarak, Vahid ve arkadaşlarının Tahtabacak’la hesaplaşma çabasının hazin öyküsünü anlatıyor.
Küçük kızı ve hamile karısıyla yoldayken önce bir köpeği ezen, sonra da araba bozulduğu için yolda kalan Tahtabacak, yol üstündeki bir depodan yardım ister. İran Azerisi Vahid, protez bacağın gıcırtısını tanır, işkenceciyi uzaktan takip eder ve ertesi gün bir punduna getirip adamı bayıltarak kaçırır.
Çölün ortasında bir çukur kazan Vahid, Tahtabacak’ı diri diri gömerek cezasını verecektir. Ama Tahtabacak, ağlayıp yalvararak aslında o kişi olmadığı konusunda Vahid’i ikna eder.
Vahid, adamı bayıltıp minibüsün arkasındaki sandığa kilitler ve kente gider. Önce, cezaevi arkadaşlarından Salar’ın kitabevine uğrayıp durumu anlatır. Salar Vahid’e adamı bırakmasını söyler, ikna edemeyince, fotoğrafçılık yapan Şiva’ya yönlendirir.
Şiva o sırada, yıllar önce cezaevinde birlikte çile çektiği arkadaşı Gülruh’un gelinlikle fotoğraflarını çekmektedir. Vahid gelip durumu anlatınca, Şiva ve Gülruh perişan olurlar. Özellikle Goli, minibüsün arkasında baygın yatan adamı öldürmek ister. Ama bunun Tahtabacak olup olmadığı henüz kesin değildir, işin ucunda masum bir adama zarar verme olasılığı da bulunmaktadır.
Bunun üzerine, bir başka işkence mağduru olan Doktor Nadir’e giderler. Hapislik sürecinde hayatı mahvolan Nadir, Tahtabacak’ı sağlam bacağındaki yaradan teşhis eder ve o da öldürmek ister. Nadir’i zar zor engelleyen Vahid ve Şiva, teşhis doğru bile olsa, adamın kimliğini itiraf etmesi gerektiğini düşünmeye başlamışlardır.
Bu sırada Tahtabacak’ın telefonu çalar. Arayan adamın küçük kızı Nilüfer’dir, annesinin mutfakta düştüğünü söyleyerek yardım istemektedir. Bizim ekip (Vahid, fotoğrafçı Şiva, gelin Gülruh, damat Ali, Doktor Nadir) adamın evine gider, baygın yatan hamile kadını ve çocuğu alıp hastaneye götürürler. Kadın bir oğlan bebek doğurur. Vahid, hastanedekilere ikram edilecek şekerleme ve hemşireye verilecek bahşiş için arkadaşlarından para toplar. Nadir sinirlenip gider, Gülruh da payına düşen parayı verdikten sonra müstakbel kocasıyla birlikte uzaklaşır. Geride kalan Vahid ve Şiva, kadın ve iki çocuğunun güvenliğinden emin olduktan sonra, kent dışına çıkıp Tahtabacak’ı bir ağaca bağlarlar. Yaşadıkları acı ve yıkımı anlatır, adama ailesinden ve yeni doğmuş bebekten söz ederler.
Adam, nihayet ‘işkenceci Tahtabacak İkbal’ olduğunu itiraf eder. Ama tabii ki bunları hep devleti ve ülkesi için yapmıştır. Vahid ve Şiva, adamın ellerini çözüp oradan uzaklaşırlar.
***
Bu yeni bir öykü değil tabii... Örneğin, Zeki Ökten’in filmi Ses’te (1986) Tarık Akan’ın oynadığı işkence kurbanı, bir tatil beldesindeyken işkencecisiyle karşılaşır. O da adamı kahkahasından tanır. Önce travması yinelenir, sonra işkenceciyi kaçırıp hesaplaşma sürecine girer.
1994 tarihli Roman Polanski filmi Death and the Maiden/Ölüm ve Bakire’de de işkencecisiyle yıllar sonra karşılaşan devrimcinin öyküsü anlatılır; ülkenin adı hiç geçmez, ama Ariel Dorfman’ın oyunundan uyarlanan filmde Şili ve Pinochet dönemi anlatılmaktadır.
Şehir dışındaki bir evde kocası Gerardo’yla birlikte yaşayan Paulina, bir gece yolda kaldığı için evlerine sığınan Doktor Miranda’nın kendisine işkence yapıp tecavüz eden adam olduğunu anlar. Gece boyunca, hem Dr. Miranda’nın suçunu itiraf etmesini sağlamak hem de kocasını bu adamın o korkunç tecavüzcü olduğuna inandırmak için çabalar.
***
Aynı temayı işleyen bu öykülerin ‘sosyalist vicdan’ açısından da ortak yanları var:
1- İşkence kurbanı muhalifler, ne kadar öfkeli olursa olsun insancıl yanlarını kaybetmezler.
2- O adamın işkenceci olup olmadığını neredeyse son ana kadar bilemezler. Bu yüzden, karakterlerin yaşadığı o basit ve bir o kadar da derin insancıl açmazı biz seyirciler de yaşarız: “Ya masum bir insanı öldürürsek?”
3- Bu filmlerin hiçbirinde işkenceci öldürülmez, hatta boğuşmalar dışında adama işkence bile yapılmaz. Hatta Panahi’nin filminde, solcu muhaliflerin ölümle değil yaşamla olan ilişkisi özellikle vurgulanır; ertesi gün evlenecek olan gelin ve damat, işkencecinin karısını hastaneye yetiştiren ve bebeğin doğumunu kutlayan kurbanlar vb.
Bu durum, açıkça hayata bakışımızın, ideolojimizin insani derinliğiyle bağlantılıdır; dünyayı güzelliğin kurtaracağını, her şeyin bir insanı sevmekle başlayacağını bilmekle, hiç değilse hissetmekle...
BirGün

