Dağların Havası 100 yaşında

Sinan ŞANLIER
Henüz araştırmacılar ve yayıncılar tarafından derlenip toparlanıp bitirilememiş bir konu olan Nâzım Hikmet'in şiirleri, yazıları, oyunları, senaryoları, hikâyeleri, romanları, çevirileri vd zaman zaman yine araştırmacılar ve Nâzım Hikmet üzerine yazanlar arasında karışıklığa neden olabiliyor. Daha önce herhangi bir medyada yayınlanmış ama yıllar içinde unutulup gitmiş eserleri sanki ilk kez keşfedilmiş gibi sunuluyor veya çalışmanın altındaki imzadan dolayı üzerinde hiç durulmadan bir daha kayıplara karışmasına yol açılıyor. Ancak, elbette ki bu yeniden gündeme getirmelerin faydaları da çok: Arap harfli Türkçenin kullanıldığı yıllarda Nâzım Hikmet'in M.N., Ahmed, Orhan vb takma imzalarla yazdığı yazı ve şiirlerin günümüzde basılan kitaplarında yer alması böylesi bir çalışma ya da tesadüflerin eseri. Meraklısı pek az olan Arap harfli Türkçe kaynaklarda yer alan bu eserlerin toplamının birkaç yüz sayfayı bulacağından emin olabiliriz.
1925’te baskısı yapılan Dağların Havası da böyle bir maceraya sahip. Yusuf Ziya Ortaç'ın yayımladığı ve Türkiye'nin en uzun soluklu yayınlarından biri olan Akbaba dergisinde tefrika olarak yayımlandıktan bir süre sonra kitap olarak basıldı. Üzerinde herhangi bir imza bulunmayan Dağların Havası, Akbaba Neşriyatı’ndan olduğu için yıllar boyu Yusuf Ziya Ortaç'ın hanesine yazıldı, kimse de gereken önemi vermedi. Ancak, gerek Kemal Sülker'in ve gerekse Haluk Oral'ın tesbitleri sonucunda kitap, Nâzım Hikmet'in hanesine kaydedildi. Kemal Sülker, 1950’de cezaevinden çıktıktan sonra şairle buluşmasında Nâzım Hikmet'in kendisinden uzun süren cezaevi yıllarına ve eskilere ait yayınları, kitapları vs istediğini aktarıyor ve Akbaba dergisindeki yazılarını da soruyor. Yıllar sonra Kemal Sülker, bir kitabını imzalatmak üzere Yusuf Ziya Ortaç'ı ziyarete gidiyor ve Nâzım Hikmet'in yazıları da gündeme geliyor. Kemal Sülker 1982’de yazdığı yazısında, hatırladıkları üzerinden konuyu şöyle anlatıyor:
"... İkinci ziyaretimde, elindeki birkaç karikatürü ve lejantlarını inceliyordu. Konuyu anımsadı. İlginç şeyler anlattı. Söylediklerini not almıştım ama, bir türlü bulamadım. Oysa ince esprilerle ve benzetmelerle süslü anlatım olmuştu. Şimdi tamı tamına anımsamadığım sözlerinden öz olarak belleğimde kalanlar şöyle: Nâzım, manzum romanını Yusuf Ziya'ya vermiş. Ama Akbaba dergisinin çatısı hep iki üç sayı önceden çatılırdı. Verilen yazı en erken o günden on gün sonra hazırlanacak dergide yer alabilirdi. Kaldı ki Nâzım gibi ünlü bir şairin manzum romanı, hiç olmazsa üç-dört sayı birbiri üstüne tanıtılmalı, okura bildirilmeliydi… Şubat ayının son sayısını hazırlarken ve bir yanda Nâzım'ın romanının tanıtma yazısı önünde dururken Ankara'nın olağanüstü mahkeme kuracağı söylentileri dolaşınca Yusuf Ziya o tanıtma yazısını yırtıp attı. Romanı da bir dosyaya koyup kaldırıp, üstünden Nâzım'ın adını sildi.''
Bilindiği gibi 1925 yılının ilk yarısı, Şeyh Said Ayaklanması'nın olduğu günler. Ankara teyakkuzda, matbuat ise tedirgin. Nitekim bir süre sonra takrir-i sükun (sıkıyönetim) ilan edilir, tutklamalar, yargılamalar, cezalandırmalar başlar. Kimi gazete ve dergiler kapatılır, Nâzım Hikmet de, Aydınlık dergisinde çıkan yazı ve şiirlerinden ötürü arkadaşlarıyla birlikte Ankara İstiklal Mahkemesi'nde yargılanır ancak, Türkiye'den çoktan ayrıldığı için cezaevine girmekten kurtulur. Böyle bir süreçten dolayı Nâzım Hikmet, Dağların Havası'nın nasıl bir seyir izlediğini bilmiyor ya da hatırlamıyor doğal olarak. Romanın, ne Akbaba dergisinde tefrika edildiğini, ne de kitap olarak basıldığını gördü.
Haluk Oral, "Nâzım Hikmet'in manzum romanı Dağların Havası'nın kahramanı Süreyya, Şevket Süreyya Aydemir'di" tespitini yaparken romanın içeriğine ait bilgiler verirken tren yolculuğuna ilişkin şunları da aktarıyor:
Hikâye Haydarpaşa Gar'ında başlar. "Asri bir genç kız" olan Leman Ankara'ya babasını ziyarete gitmektedir. Bu yolculuğu da bir filmin içine girmek gibi düşünmekte ve yaşayacağı maceranın heyecanını duymaktadır. Yolculuk yaptığı vagonda kendisinden başka durmaksızın kitap okuyan genç bir adam vardır. Genç adamın ikramlarını tanışmadıkları gerekçesiyle geri çevirir Leman. Fakat gece ilerledikçe yumuşar, uykuya dalar. Bir sarsıntıyla uyandığında kar nedeniyle yolun kapandığını görür, genç adam trenden inmeye hazırlanmaktadır. Yalnız kalma korkusuna kapılan Leman kendisini genç adama tanıtır:
-İşte tanıyın beni: Leman'dır benim adım...
Babam zengin bir tüccar...
-Benim adım Süreyya,
Aklı dolu, cebi boş bir köy hocasıyım!
Kitabın bir diğer kahramanı olan Leman, Şevket Süreyya Aydemir'in ilk ve tek eşi Leman hanımdır. Nâzım Hikmet'in neden bu insanları konu ettiğini de Nâzım Hikmet'in ve Şevket Süreyya Aydemir'in ortak geçmişinde aramak gerekir. 1920'nin hemen başlarında yayın hayatında olan Yeni Hayat'ta, Moskova'da KUTV (Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi)'nde ve Aydınlık dergisinde aynı ideolojiyi paylaştılar, aynı havayı teneffüs ettiler.
Dağların Havası, Akbaba dergisinde, 5 Mart 1925’ten 2 Nisan 1925’e kadar 9 sayı süreyle ve Kartal imzasıyla tefrika edildi. Eserin yayımlandığı her sayıda bir-iki desen kullanıldı, Dağların Havası, tefrikasından bir süre sonra da kitap halinde yayımlandı. Akbaba dergisi, eserin hem tefrika olarak hem de kitap olarak okuyucuya ulaşmasının öncesinde ve sonrasında sık aralıklarla birçok duyuru yaptı. Kapağında kime ait olduğunu belirten bir satır bulunmuyor. Sadece "Akbaba Neşriyatından 1, Dağların Havası, Manzum Roman" açıklamaları var. Küçük formatlı sayılabilecek eser 32 sayfa kadar. Artık Nâzım Hikmet'in günümüz yayınlarında yer alan Dağların Havası'nın ilk basımından bugüne seneler geçti ve Dağların Havası 100 yaşına bastı.
BirGün