Çerçeve | Kasabanın Üzerinde – Marc Chagall

Resim sanatının ‘masalcı dedesi’ Rus Marc Chagall’ın, sevgilisi Bella’yı ve çok sevdiği Vitebsk kasabasını tasvir ettiği 1918 tarihli tablosu.
Bu defa uçalım, dedik. Kasaba sise batsın, biz bulutlara değelim. Hem de romantizmin durağına uğramadan; çitlerin dibinde çömelip utanmazca sıçan çocuğu bir an bile aklımızdan çıkarmadan, uçalım.
Kulaklarımız kapalıydı o gün. Neden-sonuçları bir kenara koyduk; hatırlasana, kimsenin dokunmayacağı o çekmecenin en dibine ittirdik. Sonra ne yaptık? Bir rüyayı paylaşmak için çitlerin arasında koşuşturduk. Gündüzdü ama herkesin uyuduğuna emindik. Etrafa baktık: Griydi, titrekti. Belki fazla gerçekti. Elini tuttum, elimi tuttun. Ve uçtuk.
Kollarımız vücutlarımıza dolandı. Kasabayı çarpılmış bir perspektiften görüyoruz. Evler, çitler, bütün kasaba griye boyanmış. Fakat kırmızı ev öylesine konuşkan ki, havalanıp yanımıza gelse şaşmayız. Kasabanın üzerine bir toz bulutu inerken, görüntüler bulanıklaştı, iç içe geçti… Masalsı bir hafiflikle süzülüyorduk. Uçarken birbirimizi duyamazdık, biliyorduk. Belki de bu yüzden, o an, öylesi böylesi olmayan, kıvrımsız bir sevgiydi bu.
Aşağıya baktık: İşte bütün anılarımız bu evleri birbirine bağlayan sokaklarda yaratılmıştı. İzleri duruyor; tezek kokusu, soğuk toprak lekeleri, renkli hayvanlar… İlk bakışta fark edilmese de her yandan yaşam fışkırıyor. Biz yükseldikçe onlar küçülüyor. Fakat yeşil kubbeli sinagog, uçmaya başladığımızdan beri hiç küçülmedi. Hayır. Sinagog hiçbir zaman orada değildi. Biz baktıkça oluştu, duvarlara büründü, yükseldi ve şofar sesiyle rüyamıza girdi. Ortak bir rüyayı paylaşıyoruz. Uyanmaya niyetimiz yok.
Yeşil keçi, çorak bir avlunun ortasında otlanıyordu. Ne işin var orada? Keçiye baktıkça kasabanın çizgileri gevşiyor, bakışımıza teslim oluyordu. Ne de olsa gökyüzünde süzülen iki aşıktık ve kimseye hesap vermek zorunda değildik. Yeşil keçi meledi.
Tam özgürlüğümüzü haykıracağımız sırada, alt köşede çömelmiş çocuğu gördük. Pantolonunu sıyırmış, başını dizlerinin arasına doğru eğmişti. Uçucu bir yalnızlığı vardı. Önce dua ettiğini sandık, sonra anladık ki başka işlerin peşinde. Bunu saygısızlık saymadık. Rüyamızın davetsiz misafiri… Yaşama yakıştırılan saygı, rüyaya ağır geliyordu sadece.

Bacaklarımız birbirine dolandı. Elbisen, topukluların –kim bilir kaç kere kırmıştın– havada uzuyordu. Yeşildim. Maviydin. Sağ elini yukarıya doğru uzattın. Bu halinle özgürlük heykelini andırıyordun. Böyle düşündüm. Acaba beni duymuş muydun? Birden, gökyüzünde asılı kaldık. Zaman mı durdu? Evet, aşkımızı ‘an’da tescillemiştik. Hareketsizdik ve tam yerinde, gökyüzünde, özgürlüğe benziyorduk. Aynı anda çocuğun poposundan kurtulan dışkı parçası havada donakaldı.
Penceresine merdiven dayalı çatı katındaki odada gözlerimizi açtık. Dışarıdan şofar sesi geliyordu. Oda soğumuş. Saat kaç? Pencerenin tahta pervazından uzayan kıymıklar rüzgarla hareket etti. Gözlerimizi ovuşturup ayaklandık. Ne rüyaydı ama, der gibi bakıştık. Avluya inmek için pencereye yaklaşmıştık ki, ağzımız açık kaldı, bakışlarımız gökyüzünde: Biz! Havada asılıydık. Sarılmıştık. Uçuyorduk. Ne kadar tanıdıktı.

Diken


