Kenan Çamurcu yazdı: Dindarların istibdad yıllarında muhalif dindar olmak

Tanıl Bora’nın Birikim dergisinin internet sitesinde 25 Haziran 2025 günü yayınlanan “Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Ön Tarihinden” başlıklı yazısı, partinin eski kadrolarından ünlü isimlerin AK Parti’nin erken tarihine ilişkin aktardıklarına tepkisiz değerlendirme değil de geriye doğru tarih yazımını mimlemekse iyi bir başlangıç olur.

Kapı önüne kondukları için şimdilerde muhalif yaka kartı takmış ama bir göz kırpmasıyla koşarak geri dönecek “reis”in eski emir-komuta zincirindeki siyasetçi, gazeteci, yazar, edebiyatçı vs. İslamcı/Muhafazakâr klanın eleştiri gibi görünen ilgi çekmeceli kıvrak manevralarında saygın bir şey yok çünkü.
İktidar karşıtlarına hakaret ve küfürleriyle meşhur köşe yazarını hayranlıkla, yaptığı fenalığı da hayırla anan muhafazakâr muhalifin, dışlanmış olmaktan mütevellit iktidar eleştirilerinde kaale alınıp saygı duyulacak bir yan bulunur mu? İktidar potasında mutlu mesut gününü gün ederken benim eleştirilerime “fitne fücur dili” diyenden de mevcut gidişattan endişe ve kaygı belirten kamu spotları dinleyecek değiliz.
İktidarın ilk yıllarında yazdığım eleştirileri acelecilikle, sabırsız davranmakla, böylesine büyük bir fırsat ve nimet elde edilmişken onu kaybetmeye neden olacak işler yapmakla suçlardı camianın ekabiri. O dönemde kimden şimdilik eleştiri yapmamak gerektiğiyle ilgili görünüşte ahlaki tavsiye ve nasihat aldıysam arkasından mutlaka bir akçeli iş, ihale, makam mevki meselesi çıkıyordu, hiç şaşmazdı. Mayalamaya çalıştıkları pozisyonların selameti için bize sabrı tavsiye ve telkin ediyorlardı.
İslamcı gruplar ve cemaatlerin, muhafazakâr iktidarın, başından beri siyasal yapısal reformlara, demokratikleşmeye, hak ve özgürlüklerin kalıcı hale getirilmesine asla yeltenmemesini dert ettiği vaki değil. O yüzden halihazırdaki dinsel sosu bariz otoriter rejim bir tek kişinin eseri sayılmaz. Mevcut kıvamlı otokrasiye İslamcı gruplaşmaların heyecanlı desteğiyle kademeli ve aşamalı olarak gelindi ve iktidarı, gereken zamanda siyasi reformlara zorlamamanın bundaki payı en büyük. İşlevsiz palyatif tedbirleri reform gibi sunma kurnazlığıyla zaman satın almaya yaptılar bütün yatırımlarını.
Abdülhamid-i Sâni’nin devlet İslamcılığının retrospektifine râm ve tav olmuş, süfli, vasıfsız, amaçsız, nihilist, sırf ve saf dünyevi dindarlığın arayıp da bulamayacağı bir iktidarda oportünizmin dibine vurdular.
Demek ki başından beri iktidarı elde tutma her şeyden önemliydi onlar için. Ahlaktan, hakikatten, ahalinin hak ve hukukundan bile. İktidar araç değil amaçtı. Bu nedenle müesses nizamı irkiltecek siyasi rejim reformlarına hiç ilişilmedi. Bilakis “reis”in o topa girmemesinde stratejik zeka bulmayı ihmal etmediler. Buna cevaben zinde güçler de muhafazakâr iktidarın siyasi rejime dokunmaması karşılığında akçeli işlerde ne hali varsa görmesine göz yumdu. Önem hiyerarşisinin tepesine siyasi rejimde gedik açılmamasını koymuşken ahalinin hukuku ve mutluluğunu umursayacak hassasiyette nasıl olsunlar.
Sahte tevazuyla göz boyamaya tenezzül etmem: Ben, İslamcı/Muhafazakâr tecrübenin tarih yazımını Birikim’de Ekim 2003’te “İslamcılığın Değişim İradesi” yazımla başlayan ve Nisan 2005’e kadar devam eden 6 yazıyla ve arada başka yerlerde de tekrarlanan yazılar ve röportajlarla vakitlice yapmaya çalışmış tek İslamcıyım sanırım. Bugün itibariyle “eski İslamcı” tabii ki.
Nevrotik dinselliğin “eski İslamcı” tabirine heyheylenmesini umursamak gerekmez. Beytülmalı yağmalamaya çağrıldıklarında şipşak ahlaktan irtidat edip tereddüt göstermeden koşarak aksırana tıksırana kadar, boğulurcasına harama yumulmuş haldeyken etrafa saçtıkları laf ifrazatı ne anlaşılıyor ne de zerrece kıymeti var. Zaten yapabildikleri en iyi şey küfretmek, hakaret, iftira, lakap takma, etiketleyip lekeleme, saygısızlık, kaba sabalık falan.
Bora’nın incelediği hatıratların yazarlarına göre ne olduysa onlar kenara itildikten sonra oldu ve AK Parti, altın çağı temsil eden bu isimler ayrılınca yanlış işler yapmaya başladı. “Narsisist hatırat” diye bir edebi tür yok bildiğim kadarıyla. Öyleyse benim katkım olsun. Kendini mihvere koyup bakiyesi her şeyi dilediğince evirip çeviren siyasi personelin yazdığı anılardan kuramsal fayda hasıl olması imkansız. Daha ziyade, unutulmuş eskilerin muhtemel ve müstakbel post-Erdoğan dönemine hazırlık babından “ben de varım” hamlesi olabilir.
Hiçbir şey sonradan olmadı. Başından beri vardı. Yanlış başladı, öylece devam etti. Birikerek, artarak, katlanarak, ağırlaşarak.
Siyaset biliminin ilgilenmesini gerektirecek etkileyici bir siyasi tarih yok AK Parti Türkiyesinde. Başka bir dolu acil mesele varken ihale kanununun 200 kere değiştirilmesiyle özetlenebilecek bir dönemin teorisi nasıl yapılsın? Talebeyken harçlık dahil muhtelif kişisel sorunlarıyla ilgilenmişliğim olan parti komiserinin, bakanlık performansını eleştirdiğim tweetlerime Gülenci savcı ve hakimlere soruşturma açtırıp “tehdit nedeniyle görevimi yapamaz haldeyim” gerekçesiyle beni mahkum ettirmesine hangi saygın kuramı istihdam edebiliriz ki? Hoş, görev emrine esas duruşla beni mahkum eden o savcı ve hakimi hapse atan da aynı iktidar.

Verdikleri para cezasını ödemezsem Denetimli Serbestlikle cezayı çekmem gerekiyordu. Denetimli Serbestlik icadı için dönemin adalet bakanı ne demişti, “kamu yararına ve çok verimli bir sistem”. Para cezasını ödeyecek imkanım olmadığı için Denetimli Serbest başvurusu yaptığımda üç dilde eğitim verebileceğimi, lisans ve yüksek lisans formasyonumla katkı sunabileceğimi, vasıf ve tecrübelerimle faydalı olabileceğimi anlatmam evrak işlerine bakan memuru heyecanlandırmadı. Amacım cezadan kaytarmak değildi tabii ki, madem başımıza böyle bir hal geldi, bari gerçekten faydalı olayım diye düşündüm. Memur, öyle bir alan olmadığını mırıldandı yüzüme bile bakmadan ve beni, elindeki listede angarya işçi ihtiyacı duyulan yer olarak kayıtlı Ümraniye cezaevinde ziyaret salonunu temizlemek ve infaz memurlarına çay getirmekle görevlendirdi. Yanımdaki iki mahkumdan, işledikleri cinayetteki masumiyete ilişkin mağduriyet öyküsü dinlerken benim orada tweetlerim dolayısıyla bulunduğumu söylemem şaka etkisi uyandırdı onlarda.
Suç duyurusu, soruşturma ve mahkumiyetle terbiye yöntemi epeyce tekrarlandı. Henüz e-devlette sorgulama yapılamıyorken Çağlayan Adliyesinde Adli Sicil Kaydı için belge almak istediğimde yazıcıdan çıktıların arkası kesilmeyince memurun yaratıcı şakaları benim için eğlenceli stand up gösterisi oldu.
Meselenin parodi tarafı, ben muktedirlerin yaylım soruşturmaları ve hapis cezaları altındayken Gülencilerin son hamlesinde tutuklu emniyet amirinin, evleri basıp gözaltına alma ve bilgisayarlarına el koyma talimatı verdiği 38 iktidar yanlısı gazeteci arasında benim de adımın yer alması.
Hiç öyle altın çağ edebiyatı falan yapmasın tasfiye edilmiş naftalinli siyasetçiler. 1994 ruhunun imar inşaat işindeki rolüm itibariyle çelik çekirdekte bulunmuş olmam bakımından benim durumum bir parça özellik taşısa da, yaşadıklarım, başka vahim vakalar yanında elbette ne ki. Kimler ne muamelelerle karşılaştı o asr-ı saadette.
Büyük kızım felsefe okurken çift anadal programına katılıp hukuk da okudu. Sosyal bilimlerin kraliçesi felsefede eğitim almasını hararetle tavsiye etmiştim. ÇAP kararı verince de felsefe-hukuk kombinasyonunun tadından yenmeyeceğine dil döktüm. Böyle hevesler ve heyecanla başlayıp başarıyla mezun oldu ve hemen hakim-savcı sınavına hazırlandı. Hayali, ağır ceza hakimi olmaktı. Türkiye’nin en zor sınavı sayılan bu sınavı iki sene içinde ardarda üç kere üst sıralarda kazandı.
Benim kızım olduğu için zulmetmesinler, âdil muamele görsün diye torpil yapmaya çalışan tek kişiyimdir herhalde memlekette. Bir grup adayın topluca alındığı ve kişi başı bir dakika sürmeyen sözde mülakatlarda üç keresinde de reddettiler kızımı. Felsefe ve hukuk mezunu tek adaydı. Zulme uğramasın diye aracılık yapmasını istediğim İslamcılık dönemlerimizdeki heyecanlı gençlerden kıdemli AK Parti milletvekili, kızımın benim yüzümden reddedildiğini açıkça söyledi. Dönemin Adalet Bakanıyla hafif tertip atıştığını anlattı. Doğru da olabilir, uğradığımız galiz mağduriyetin yanında gözükmek için uydurmuş da olabilir, bilmiyorum. Ama doğru olan şu ki aynı mülakatlarda reddedilen çok başarılı nice genç hayata küstü, intihar edenler oldu. Hayatlar mahvoldu.

Bora’nın alakasına mazhar olan AK Parti’nin ön tarih yazıcıları Müslümanlığın asr-ı saadet yazımından mülhem pembe filmografiyi senaryolaştırmakla distopik simetriyi ortadan kaldıramaz. 80’lerde benim yönetimimde İslamcı cehanın Yeni Gündemi olması planlanan dergiyi finanse etmeyi üstlenmiş İhsan Arslan, Beykoz Belediye Başkanı Muharrem Ergül’ün “Ankara’dan talimat” gerekçesiyle 2006’da beni işten çıkarmasından kısa süre sonra geçirdiğim kalp krizi ve bypass operasyonunun ardından eldeki üç beş kuruşu da yitirmiş olarak gittiğim TBMM’de iktidar kulisindeki sohbetimizde kendisinden iş istediğimde, her zamanki saygı, nezaket ve inceliğini bir çırpıda çöpe atıp, kimlerle berabersem onların bana yardım etmesini salık verdi mesela. Herkesin içinde. Oğlu Mücahid’in çay kahve ikram ettiği ev sohbetleri, dostluk hukuku, hatır matır tanımadan. Kastettiği, 2007 seçimlerine giderken Mehmet Ağar, Erkan Mumcu ve Ali Müfit Gürtuna arasındaki ittifak girişiminde rol oynamış olmam sanırım. Hayatımdaki tek siyaset denemesi. O da Mehmet Beyin vazgeçmesiyle başarısızlıkla sonuçlandı. Ama bana ödettiği bedel ağır oldu.

İzmitten hemşehrim, ta 80’lerin başında o esnaflıkla, ben entelektüel faaliyetle meşgulken tanıştığımız Nihat Ergün de “Elindekinin kıymetini bilecektin” hatırlatmasıyla musibetten ibret almamı tavsiye etmişti, AKP Grup Başkan Vekiliyken. Yani en baştan beri hepsi merhametsiz, vefasız, iktidar gücünün kibriyle oradaydı.
1994 gibi çok erken bir tarihte, henüz belediyeciliğin ne anlama geldiğini el yordamıyla keşfetme sürecinde Şahin Alpay’ın Entelektüel Sayfasında bahsi geçecek seviyede parlak işler yapılmasına vesile olduğum Pendik Belediyesinden, göreve başlamamın üzerinden bir yıl bile geçmeden 2004’te nezaketsiz biçimde işten çıkarılmam da muhafazakâr ahlak paradigmasının incelenmeye değer örnekleri listesine eklenebilir. Nedenini bilmiyorum, belki danışmanlarla toplantı halindeyken, bir çocuğun İSKİ kazısında birikmiş suya düşerek hayatını kaybettiği haberi gelince, ağır üzüntüyle, meselenin “Fırat’ın kıyısında kurt kapsa kuzuyu” tekerlemesiyle siyaset yapmak olmadığını, asıl meselenin yönettiğin şehirde bir çocuğun hayatını kaybetmesi olduğunu söylemem ve benzeri uyarı, öğüt, tavsiyelerdi sebep. Çünkü doğruyu dile getirme refleksi muhafazakâr siyaset evreninde ölümcül kusurdur.
Muktedir havzada yer alabilmenin koşulu adeta ahlaktan firar ve irtidat. Talebelik yıllarında ekonomilerine destek olmayı görev bildiğim gençlerden ikisinin evlenmeye karar vermesiyle ilgili öykü, Zizek’in “Normalde iyiler iyilik, kötüler kötülük yapar; sadece din iyilere kötülük yaptırabilir” önermesini her defasında doğrulayan fabrikanın mamülü yine. Kızını o çocukla evlendirmede çok terüddütlü baba benim ısrarımla razı olmuştu, ama bir şartla: “Kızımı sana veriyorum, sahip çıkacağına söz istiyorum” kefaletiyle. Şimdi AK Parti’nin üst düzey yöneticisi olmuş bu kızımız, en bunaldığım anda ve hayatımda bir kez yardım istediğimde “Ne demek abi, biz aynı insanlarız, bizdeki emeğini inkar edemeyiz” politik cevabıyla beni onurlandırmanın ardından ortadan kaybolmakta ahlaki sorun görmedi.
Bildiğimiz tanıdığımız düzgün insanların, girdikleri toksik ortamda yaşadığı radikal ve travmatik dönüşüm en baştan beri dindar muhitte paniğe neden olmalıydı. Olmadı. En uç örnekler bile normalleşti, hatta övgü aldı. Erdoğan’la karşılaşmanın duygusal tecrübesini Allah’la kıyaslamaya hoşgörüye varıncaya kadar. Partililer, İslamcılar, tarikatlar vs. hiç kimse bu taşkınlığı ikaz etmedi. Çıta buraya yükselince ikbal peşindeki birisinin, Allah’ın onda tecelli ettiğini, hatta onunla bütünleştiğini söylemesinin de önü açılmış oldu. Bunu birisi mutlaka söyleyecek. Tarihte gulat/aşırılıkçı teoloji/kelam böyle oluştu.
Bu öyle bir ortam ki, Gadamer, Hermenötik vs. yazıp çizen akademisyenden, milletvekili seçim çalışmasında “salli ala Muhammed, Recep Tayyip Erdoğan” salavatıyla şarkı söyleyen birini bile çıkarabildi.
Belediye başkanlığından milletvekilliğine yatay geçiş yapmış bir AKP ünlüsü, İşaret Yayınevinde siyaset eşrafından kalabalık içinde ona takdim edildiğimde, beni tanıdığını ama asıl tanımak için gerekli şartın yerine gelmediğini söyledi: “Yemeğini yemedik.” Cevabım, beklenebilecek gerginliğe neden olduğu için üzgün değilim ve bunun için özür de dilemeyeceğim: “Eşrafa yemek ikram edecek param hiç olmadı.” Muktedirlerle üst seviyede aşinalığı olup da fakir kalmış birine rastlamak onlar için şaşırtıcı olmuştur kuşkusuz.
Alev Alatlı “paçozluğun iktidarı” diyordu değil mi? Öyle olmasın, paçozluktan uzak dursun, nezih, empat, hak hukuk bilen bir iktidar olsun, radikalizme sapmasın diye çok çabaladık. 1996’da başbakanlığı sırasında, Erbakan’ın işini gücünü bırakıp saatlerce bizimle vakit geçirdiği, üç gün boyunca Cemal Reşit Rey salonunun hıncahınç dolduğu, fikri bana ait “İslam Düşüncesi Konferansı”nda yenilenme ihtiyacını İslam dünyasından seçkin isimlerle olabilecek en yetkin ve entelektüel düzeyde ele alıp tartışmıştık.

Erdoğan’ın salondan ayrılırken yanıma gelip bana uzun uzun teşekkür ettiği meşhur konferans.
Yenilenme, değişim denilen simya siyasi alandan ibaret değil. Mehmet Akif, Elmalılı Hamdi Bey, Şehbenderzade, Seyyid Bey ve diğer öncüler bu nedenle Abdülhamit’in siyasi kudretine ve politik istibdadına karşı mücadele ederken aynı zamanda dinî istibdada karşı da cepheden hücuma geçti.
Ne yaptığımızın farkında olan paçoz radikalizm, hani IŞİD’i “Sünniliğin lokomotifi” vasfıyla övmüşlüğü olan kriminal radikalizm, iktidara ilişik olmak isterken gayretimizi sabote etmek için nasıl uğraşmıştı.

Eski İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın, yönetiminde benim de yer aldığım Yeni Zemin dergisine ilişkin “AKP iktidarının kurucu fikirlerinin kaynağı” iddiası ve suçlamasının kopyala yapıştır tekrarı. Gerçi benim durumum, iktidarın himayesinde yürütülen cadı avında itham edildiğim örgüt kokteyli itibariyle katalog yakıştırmalara pek uymuyor. Aynı anda Selam, Kaide, Ergenekon örgütleriyle ilişkilendirilerek yıllarca her türlü takibe maruz bırakılmış benden başka mağdur yok muhtemelen. Devletin bu lüzumsuz iş için harcadığı parayı bu suça bulaşmış sıralı tüm faillerden son kuruşuna kadar tahsil edip Beytülmala iade etmek keşke bana nasip olsa.

Nur Vergin de Yeni Yüzyıl’da İBB başkanı Erdoğan’ın himayesinde düzenlediğimiz faaliyetlerin hedef gösterildiği “Laikliğin altını oyuyorlar, farkında değilsiniz” yazıları yazıyordu o sırada. Müesses nizamın zinde güçlerine seslenişti elbette. Evinde ziyaret ettim onu. İddia ettiği amaçla davranılmadığını anlattım ve değişim çabasına katkı sunmaya ikna ettim. Düzenlediğimiz ilk toplantıda yer aldı ve sonrasında hep aramızda oldu.
Vergin’le en son 2009’da Mardin Valiliği, Mardin Belediyesi ve GAP İdaresi için düzenlediğim üç günlük “Mardin’de Değişim ve Gelecek Arayışı” toplantısında beraberdik. Cengiz Çandar, Şahin Alpay, Ali Yaşar Sarıbay, Ümit Meriç, Sami Selçuk, Taha Akyol, Mithat Sancar ve başka pek çok isimle birlikte. İstanbul’daki evinde uzun sohbetli ziyaretlerim bir süre devam etti. Erdoğan’ın davetlisi olarak Ankara’ya bir etkinliğe gittiğini anlattı bir ziyaretimde. “Reis”e yakın etrafa ve eşrafa benden bahsetmiş ve bu kadar emeği geçen birine niye dışlayıcı davrandıklarını sormuş. “Boşverin hocam” dediklerini aktardı şaşkınlık içinde. “Sen bunlara ne yaptın Kenan?” dedi. Güldüm tabii ki. Ne yapabilirim ki, etim ne budum ne, hangi cirmimle ne yapabilirim. Ama işte film repliğindeki gibi:
– Beni yoketmeye çalışıyorlar, ama ben sandıkları kişi değilim, hiç kimseyim.
– Fakat sorun şu ki onlar bunu bilmiyor.
(Enemy of State, 1998).
Vergin’in anlattıklarını İsmet abiye (Uçma) aktardım ve “Bu cirimsizliğimle ateş olsam hiçbir yeri yakamayacağımı bilmiyor musunuz?” dedim. Güldü. “Sen yolaçtığın etkinin farkında değilsin.” dedi. Gerçeğin öyle mi olduğunu hiç merak etmedim, söylediğini de iltifatla teskin nezaketi farzettim. Fakat 2005’te yayınladığı “AK Parti’nin Stra-trajik Meseleleri” kitabımı (Şehir Yayınları) milletvekilliğine aday gösterildiğinde satış noktalarından geri çağırıp toplattığını öğrenince durumun ciddiyetini idrak ettim. “Önündeki barikatı ancak Reis kaldırabilir, hiçbirimizin buna gücü yetmez” çaresizlik beyanının manasını da.
İstibdat tek kişinin başarabileceği bir iş değil. O formasyonu ayakta tutacak taşıyıcı kolonlara ihtiyaç var. Sosyolojinin, istibdadı iyice benimsemesi, içselleştirmesi ve mikro seviyelerde defalarca üretmesi lazım ki sistemin beyni her duruma müdahale etmek zorunda kalmasın.
Ruşen Çakır’ın 2006’da yazdığı “İslamcı yazar kaç yazar?” yazısındaki durum galiba benim sandığımdan daha ciddi, etkili, derin: “Eğer bazılarının iddia ettiği gibi bunlar sonuç getirmesi mümkün olmayan aydın gevezelikleri olsaydı (…) ne de Kenan Çamurcu Beykoz Belediyesindeki işinden olurdu. Ta en tepelere kadar çıktığı kesin olan bu tahammülsüzlük, söz konusu eleştirilerin çok anlamlı ve fonksiyonel olduğunu gösteriyor.”
İsrail’in saldırılarıyla takati tükenen İran rejiminin yıkılma ihtimali üzerine Ruşen Çakır’la yaptığımız değerlendirmede söylediğim makul, mutedil, nesnel sözler üzerine otokrasinin sosyo-politiki IŞİD’çi, Hameneici, liberal tayfanın sosyal medyada neden kolektif cinnet geçirdiğini de açıklıyor bu. Ne hakaretler, galiz nitelemeler, yakıştırmalar, yalanlar, uydurma öyküler, neler neler yazmışlar. Hem de nasıl bir hınçla. Hepsi de yalancılığın, cehaletin, akıl ve muhakeme yoksunluğunun örnekleri. Tanıdığım tanımadığım bir dolu insan. “Yine mi ortaya çıktı” şikayetinden, epey bir süredir sessiz, içine kapalı, izole hayatı tercih etmemin de takipte olduğunu anladım. Komik bir haykırışla “ama neden” diyeyim sadece.

Muhafazakâr oligarşide devletin serasında (yahut bir tür Matrix kapsüllerinde) hayatını idame ettirebilen nema, rant, çıkar, ulufe, bankamatik İslamcılığından ahlaki davranış ve tercihler beklemek tabii ki beyhude. Bunun değişebileceğine ilişkin ihtimal hesabında imkansızlık duvarına dayandığımızın farkındayım. Sonuçta Erdoğan’ın yardımcısının Bodrum’da küçük bir yat kazası geçirmesinin birinci haber olduğu “yeni Türkiye”deyiz ve o potada olmayı hayat memat davası edinmiş İslamcılığın, uğruna mücadele vereceği tek şey otoriter rejimi ayakta tutmak. Yahut başını örtme mücadelesinin simgesine dönüşmüş genç kızın, iktidar partisini temsilen haşhaşi meşreplere “cigaralık” izni çıktığını müjdelemesine atfedilen değerin çok altında diğer her durum.
Demokrasi için politik agnostisizme ihtiyaç var. Kesinlikçiliğe iman etmiş bu heyetten demokratik işleyişin cevheri müphemlik kültürü çıkamazdı. Çıkmadı da zaten. Ama sıra güç ve servet temerküzüne gelince sektirmeden itikadi agnostisizme evrilebildiler. Muhafazakâr iktidarın ve onun sosyo-politikinin meşruiyet kaynağı da, beka algoritması da mağduriyet pornosu.
AK Partili yılları illa sosyal bilimlere muayene ettireceksek siyaset bilimi branşı olmasın bunun yolu yöntemi. Antropoloji olabilir ama.
Sözlerimden cinnet geçiren İslamcılara sakin olmalarını nasihat ederim. Moral, psikolojik, ideolojik yenilgilerinin siyasi ve hukuki sonuçlarını görmeye başlayacağımız evreye girdik. İstihbaratın av köpekleri (istihdam edildikleri vazifeyi tarif babından, yoksa necis posalar pâk köpek ümmetiyle zinhar karşılaştırılamaz, hâşâ), yedek bavulcular, IŞİD lokomotifinin katarları, ünlü ünsüz alfabetik hamakat tezgahtarları, ilaçlarını aksatan hezeyan hoparlörleri, tekmili birden tarihin çöp tenekesinde yerini almaya şu kadar yaklaşmış olduklarının psikopatolojisiyle debelenip duruyor.
Arnold Schwarzenegger, en sevdiği repliğin The Terminator film serisindeki “I’ll be back” cümlesi olduğunu söylüyor. Güzel laf gerçekten.
Medyascope